KIRILIR
1970 yaz sonu devlet bursuyla Londra’ya gittim ve ilk kez formalist sanat hastalıklarıyla karşılaştım. Büyük bir kültür şoku yaşadım. Ne yapacağını bilememe, heykeli bırakma düşünceleri sardı beynimi. Bende, İngiltere’den arta kalan şey müzelerdir. Geniş yeşil parklar ve biraz İngilizcedir. Müzeler; bu İngiliz sömürgeciliğinin talanı ve ganimetleriyle hınca hınç dolu müzeleri izleyebilme fırsatı, bana dünya sanat kültürünü tanıttı. Orada gerçekten Mısır heykeli neymiş; Asur, Sümer, Hint, Afrika sanatı neymiş anladım. Sanki bunları yeniden keşfettim, yeniden sevdim. Ve Türkiye’de Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki eğitim eksikliğini, Türkiyeli olmanın ezikliğini derinlemesine duydum.
Akademi’de heykele Yunan’dan; resme Fransa’dan, empresyonizmden başlanır. Üstünde yasadığımız Anadolu’nun 3000 yıllık kültürü ekstradan salata gibi verilir. Yani yok sayılır. El yordamıyla bulursunuz her şeyi. Tesadüfler ve kendi gayretiniz kurtarır sizi. İşte böyle benim gibi Asur, Mısır, hatta İslam sanatını İngiltere’de keşfedersiniz ilk kez. İngiltere’den Batı Berlin’e gitme fırsatı çıkınca tereddütsüz kararımı verdim: gidecektim. Batı Berlin’de bir sene heykel yapmadım. Nereden nasıl başlayacağımın araştırması ve telaşı içindeydim. Batı Berlin’deki politik, kültürel yaşamın hareketliliği ve çekiciliği bunun içinde aktif yer almam, yaşamla sanat arasındaki bağlantıyı kurmama ve toplumcu gerçekçiliği benimsememe yardımcı oldu. Bu dönemde yaptığım “Dur böyle gelmiş, böyle gitmez.” heykeli kendimle bir hesaplaşma, üstümdeki formalist kalıntıları atma, sürecinin izlerini taşır.
Şimdi çıkmaz bir yolda olmadığımın bilincinde ve güvencindeyim. Gerçekçiliğin, yaşam kadar zengin, yaşam kadar çeşitli, yaşam kadar perspektifli ve açık yolundayım. Bu bağlamda ne sanat ne de dünya benim için bir sır değildir. Anlaşılmazlığı savunmuyorum benim derdim tam tersine anlaşılabilmek. Sanat yaşamdan kaynaklanmalı ve anlaşılmalı bence. Bunun için tüm hünerimi, tüm ustalığımı, konuyu anlatırken, konunun özüne uygun her türlü sanatsal öğeyi kullanmaktan çekinmem. Bu konuda sınır tanımıyorum. Kendimi insanlık sanat kültürünün bu anlamda zengin bir mirasçısı olarak görüyorum. İyiyi, güzeli, gerçeği anlatmakta ne varsa bizimdir diyorum. Mağara resimlerine; minyatürlere; ikonlara; Japon estamplarına; Hint, Çin heykeline; Hitit, Mezopotamya, Mısır, Afrika, Meksika, Aztek sanatına; Rönesans, 20.yüzyıl sanat akımlarına da böyle bakıyorum. Biz, sanatımızı yaparken bu zengin mirasın en insani, en güzel, en faydalı yanlarını kendi sanat bilincimizle yoğurup, günümüz toplumsal içeriğine en uygun en yeni biçimlerde verebilmeliyiz. Bunun için her şeyden faydalanılabilir. Yeni malzeme, yeni teknikler bize toplumsal özü kavrayacak formu daha değişik daha çeşitli daha uygun vermede hizmet etmelidir. Burada yeri gelmişken gelenek, kültür mirası ve İslam dininin Türkiye heykelciliğine etkisi üstüne birkaç söz edelim… İslam diniyle aslında heykele tapmak yasaklanmıştır. Ama giderek bu, bir sanat dalı olarak heykelin toplumsal işlevini yitirmesine, kullanılmamasına yol açmıştır. Yüzyıllar süren bu durum, arada büyük bir kopukluk yaratmış, Anadolu toprağı üstünde Hititler, Urartular, Asurlulardan beri sürdürülen heykel geleneği sönmüş, heykel atölyeleri dağılmış ya da başka biçimlere dönüştürülmüştür. Heykel giderek dekoratif bir öze oturtulmuştur. Camilerde, medreselerde, saraylarda görülen taş ve ahşap işlemeciliği buna örnek gösterilebilir. Yalnız bir yerde, mezar taşlarında bence heykel kısıtlı bir alanda da olsa direnerek devam etmiştir. Soyutlanmış stilize, sembolik formlarla ölenin erkek mi, kadın mı, genç mi, ihtiyar mı, çocuk mu olduğu, ne iş yaptığı ya da toplumsal konumu mezar taşlarından anlaşılabilir. Bunlar için ustasına ve dönemine ayrıca bölgesine göre değişen plastik değeri çok yüksek sembolik formlar bulunmuştur. Ama tabii yukarıda da dediğim gibi bu çok kısıtlı bir alandır ve Türkiye heykel sanatının dini yasakla boşaltılan içeriğini doldurmaz. En azından 700 yıllık bir kopukluk olmuştur heykel sanatında ve halen halkla heykel arasında organik bir iletişim kurulamamıştır. Bu iletişim her yere “korkuluk” gibi konan ütülü pantolonlu (batılı ve çağdaş anlamına gelir) Atatürk heykelleri ve olur olmaz yerlerdeki Atatürk büstleriyle hele hiç sağlanamayacaktır. Toplumsal ilerlemeye paralel olarak gelişen ilerici demokratik sanat ve kültürün yaygınlaşması sonucu bu iletişim sağlanabilir.
Türkiye Cumhuriyeti dönemi heykelciliğine gelince… Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye’de yukarıda anlattığım kopukluktan dolayı büyük anıt yapacak yetişkin heykeltıraş yoktu. Kurtuluş Savaşı sonucu hilafet kalkmış, 1923’te cumhuriyet kurulmuştu. Sosyal ve ekonomik temeli hazırlamadan, kimisi yüzeysel reformlar birbiri ardına yapılıyordu: şapka devrimi, kılık kıyafet devrimi, harf devrimi… 1883’te açılan Güzel Sanatlar Akademisi’nden henüz anıt heykelciliğini uygulayacak yetişkin tecrübeli heykeltıraş da çıkmamıştı. Dışarıdan heykeltıraşlar getirildi, Türkiye’nin bütün büyük şehirlerine Atatürk anıtları dikildi. 1935’ten sonra Türk heykeltıraşları girdi devreye. Türkiye’nin hiçbir şehri, kasabası yoktur ki Atatürk heykelleri olmasın. Türkiye’de heykel eşittir Atatürk; Atatürk eşittir devlet. Heykelle Atatürk özdeşleşmiştir. Öyle ki, insanlar başka bir şeyin heykel olabileceğine inanmaz olmuşlardır. İstanbul Kartal’da düzenlenen bir festivale katılmıştım 1979’da. Cadde üstüne sehpamı kurmuş yoldan geçenlere rastgele büstlerini yapmayı teklif ediyordum. Kabul edenler oldu. Etrafımda bir sürü insan karşımda model çalışıyordum. Her gelenin ilk sorduğu soru “Atatürk mü yapıyorsun?” oluyordu. “Yok” diye cevap veriyordum, karşımdaki modeli göstererek: “Bu arkadaşı yapıyorum.” “Sahi yahu, benziyor da” dediklerinde ötekilerle birlikte gülüşüyorduk. Çünkü aynı şeyi onlar da sormuşlardı. Sanat değeri açısından ise Atatürk heykelleri Türkiye heykel sanat kültürü adına utanılacak bir şeydir. Dışarıdan getirilen heykeltıraşların yaptıkları Atatürk heykellerini ayrı bir kategoride değerlendirmek gerekir. Bu heykellerin büyük bir kısmı ekspresif ve agresif formlarla örülerek idealize edilmiş figürlerden oluşmaktadır. Tiplemeleri, Anadolu insanı için karakteristik değildir. 1910–1935 arasındaki Viyana ve Berlin okulları etkisinde, Nazi heykelciliği ile akrabalığı olan heykellerdir. Her biri sanat şaheseri camiler, çeşmeler, taç kapılar, güzelim minyatürler, mezar taşları üreten böyle bir ülkede; nasıl olur da heykellerin yüzde 70’i onu yapan heykeltıraşı bile utandıracak kadar kötü olabilir? Anlatayım. Devletin sanat ve kültür politikasının, gelen hükümetlerin gericiliği oranında değişse de, devletin gücünü göstermek, devlet ideolojisini sürdürmeyi sağlamak için sanatı bir araç olarak kullanmasından dolayı. Her yere dikilen Atatürk heykelleri işte bu amaca hizmet etmektedir. Bu heykellerin tipini, biçimini zamanın hükümetlerinin sanat kültüründen yoksun bürokratları birtakım kurumların yüksek memurları belirlemektedir. Belli bir tipten heykel yapılacaktır. Bu tipi, yarışmaya giren heykeltıraş da artık bilmektedir. Kendisinin değil de başkalarının kafasındaki bu heykel tipini yapmaya çalışacaktır. Yani bu konuda serbest yaratı, sanatçının serbest yorumu yoktur. Sanatı da her sanatçının kişisel yorumu olarak kabul ettiğimize göre başka bir türlü sanat anlayışı çıkıyor ortaya: dikte sanat.
Tabii dikte ettiren sanatçı olsa ya da sanattan anlasa belki ortaya çıkan şey bir şeye benzeyebilir. O da olmadığına göre, ortaya garabet şeyler çıkmaktadır. Size örnek olarak 1979’da Ankara parlamento binası üzerine konmak üzere açılan, benim de katıldığım Atatürk anıtı yarışması jürisinin iki üyesini sayayım: Biri Kenan Evren, (Genel Kurmay Başkanı ve bugünkü gerici askeri cuntanın başı) diğeri Cahit Karakaş (o dönemin Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı) Senelerdir bu durum böyle devam etmektedir. Ve Devlet Güzel Sanatlar Akademisi heykel bölümü hocaları oportünistçe bu durumu kabullenmişler daha da kötüsü kullanılmışlar, para getiren bir iş olarak görmüşlerdir. Hele geçen sene Atatürk’ün 100. doğum yılı nedeniyle Boğaz’daki balık furyası gibi Atatürk heykelleri furyası vardı. Kendi deyimleriyle “iyi iş” yaptılar, kepçelerine bol balık takıldı. Devletin çizdiği Ata tipinin en iyi uygulayıcısıdırlar kendileri. Atatürk heykelinin dışında hiçbir şey yapamaz duruma gelmişlerdir. Akademideki heykel bölümü profesörlerinin biri dışında hiç birinin kişisel sergi açtığını görmedim. Hep birbirlerine benzeyen ütülü pantolonlu, elbiseli, manken görünümünde ya da mareşal elbiseleri içinde, pelerinli, çoğu zaman işaret parmağıyla ileriyi gösteren, atlı ya da atsız heykelleri… Bunları yaparak, heykeltıraş olarak ayakta kalma ve kaybolmama, heykelden para kazanma, sanatçı duyarlılığıyla istedikleri heykeli yapma şansları tüm yeteneklerine rağmen yok denecek kadar azdır. Yan bir işte çalışmak zorundadırlar. İkisini aynı anda sürdürmek ise heykeltıraşlar için çok zordur. Çünkü heykeltıraşlık yer isteyen ve malzemeye bağımlı olan bir iştir. Yatak odasında heykel yapmak ise sanatçının eşinden boşanması demektir. Yani sonuç olarak heykeltıraş olarak yaşamanın maddi şartları yoktur Türkiye’de. Her şeye rağmen heykeltıraş olarak ölenlerimiz oldu, sonuna kadar direttiler biz de diretiyoruz. Buna, sanatın insanlar arası ilişkileri düzenleyen özel bir dil olarak etkin olması, bir iletişim aracı olarak işlevini sürdürmesi, yani toplumsal fonksiyonuna kavuşması için gerekli sosyal yapının hazırlanması, değişikliğe uğraması kavgasının direnişi de diyebiliriz. Bu, 1940’larda Yeniler Grubu’nun çıkışıyla başlayan, 1975’lerden sonra Görsel Sanatlar Derneği’nin devam ettirdiği kavgadır. Yeri gelmişken bu işin pratikte nasıl uygulanabileceğine bir örnek vereyim: 1975 yılının yazında 20 kadar Türk ve yabancı ressam, heykeltıraş Antalya Sanat Festivali’ne katılıyoruz. Festivalde bizden başka ünlü şarkıcılar, gruplar, amatör şarkı yarışmasına katılanlar, hikâye yarışmasına katılan genç yazarlar ve her sene Türkiye çapında yapılan Altın Portakal film yarışmasına filmleriyle gelen rejisörler, film sanatçıları da var.
Amacımız; resmi, heykeli halka sevdirmek, onlarda doğuştan var olan ilgiyi uyandırmak, resim ve heykel konusunda bir tartışma ortamı yaratabilmek. Düşüncemiz, şehrin çeşitli yerlerinde duvar resimleri ve heykeller yapmak. Festivalin düzenleyicisi Antalya Belediyesi bir ay boyunca sürecek bu çalışma için her türlü malzemeyi karşılıyor. Ayrıca yemek ve yatma masraflarımızı ödüyor. Resim yapılacak duvarları, heykel konacak yerleri seçip, çalışmalara başladık. Halka çalıştığımız yerlerin duyurusu yapıldı. Ayrıca halktan, sanatçılara soru sormaları, yapılması istenilen temaları söylemeleri, yapılan işler hakkındaki düşüncelerini belirtmeleri ve fikir vermeleri istendi. Bu eylem Antalya halkında büyük bir ilgi uyandırdı. Etrafımızda öbek öbek insanlar günlerce çalıştık, soruları cevapladık, sorular sorduk. Sanatçılarla halk arasında ilginç bir diyalog kuruldu. Ben belediyenin önündeki meydanda çalışıyordum. Küçücük 40 cm’lik bir modeli, demonstratif 250 cm’ye büyütüyordum. Heykel; önündeki çocuğu kendi geleceğini korur gibi tutan ve kararlı bir işçi duruşunu gösteriyordu. İşçiye model olarak yandaki inşaatta çalışan bir işçi bulmuştum. Çocuk için de yine orada lokantada çalışan 11 yaşındaki bir garson çocuğu model olarak almıştım. Heykelin her yeri için halktan birine modellik teklif ediyordum. Amaç bu yolla halkla heykel arasındaki yabancılığı kırmaktı. Çalışma süresince yine klasik sorular soruluyordu. “Kim bu?” “Atatürk mü?” “Yok” diyorum “İşçi”. “Peki, ne yapmış bu adam da heykelini dikiyorlar?” “Bir şey de yapmamış, işçi her gün çalışıyor, daha ne yapsın?” diyorum. Din etkisinde ilginç bir soru da 50 yaşlarında başı örtülü bir kadından geldi. “Ne yapıyorsun oğlum soluksuz insan mı yapıyorsun? Peki, nasıl soluk vereceksin öteki dünyada?” Böylece bir ay geçti, halkın etkisini, çelişkilerini somut olarak görüyorduk. Konuşulan en önemli günlük konulardan biri olmuştu duvar resimleri ve heykeller. İşlerin bitmesine yakın bir sabah yüksekte olduğu için biri hariç diğer bütün duvar resimlerinin üstüne boya atılmış ve benim çamur halindeki heykeli yıkılmış olarak bulduk. Başta Demirel hükümeti vardı ve duvarlara atılan boyalarla AP harfleri yazılmıştı. Ben yıkılan heykelin başında ağlamaklı, üzgün, kızgın oturuyordum. Her gün etrafıma toplanan, beni seyreden, sorular soranlar, bu kez benimle dayanışma içine girdiler. Her gelen sanki çocuğum ölmüş gibi “Başın sağ olsun kardeşim.” diyordu. Kimileri çamurdan bile korkuyor (heykeli kastederek) “Yuh olsun!” diyorlardı. Sonra bir grup genç geldi. “Abi yeniden yap, biz gece nöbet bekleriz heykelin başında.” dediler. O güçle daha yaptım.
Heykel 12 Eylül gerici cuntasının gelişine kadar belediyenin önündeki küçük meydanda duruyordu. Şimdi cunta üzerine yüksekliği dolayısıyla boya atılamadığı için festivalden arta kalan tek resmin de üstüne boya çektirerek kapatmış. Resmin konusu; Promete’nin tanrıların ateşini çalıp halka getirmesi. Ressamı Orhan Taylan, Türkiye Barış Derneği yöneticilerinden bu yüzden şu anda cuntanın zindanlarında ne yaptığı ne olacağı belli değil. Benim heykeli de yerinden söktürüp parkın içinde dikkati çekmeyen bir ağaç altına koymuşlar. Beni de hapishaneye koymak istiyorlardı 12 Eylül günü ama olmadı. Alçı içinde yatıyordum. Kaza sonucu ayağım kırıktı. Ayağımın kırık olması beni kurtardı. Kapıma dayanan makineli tüfekli asker ve polisler geri dönüp gittiler. Şanssızlığın şansı diyelim. Ama bugün herkes böyle şanslı değil. Türkiye’de resme, heykele, şarkıya, filme, yazıya, tiyatroya yasaklar koyan süngülü sansür uygulayan sanat emekçilerini hapse atan gerici askeri cunta yurtta terör estiriyor. Oysa terörü önlemek bahanesiyle gelmişlerdi. Terörün tüm Türkiye halkı üstüne uygulayıcısı oldular. Anayasa kaldırılmış, meclis dağıtılmış, partiler lav edilmiş, demokratik haklar ve insan hakları ayaklar altına alınmıştır. Kürt halkı üzerinde insanlık dışı şoven baskılar yapılmaktadır. Terörizmle uzak yakın ilişkisi olmayan demokratların, yazarların, TKP’lilerin 15 yıla kadar hapisleri istenmektedir. Spiegel dergisine verdiği bir demeçten dolayı Ecevit ikinci kez tutuklandı. Cuntanın kendi verilerine göre 170.000 kişi içeri alındı. Halen 70.000 kişi hapislerdedir. 75 kişi işkence ile öldürülmüştür. 3854 kişinin idamı isteniyor. 12 Eylül’den bu yana 680 kişi öldürüldü. Cunta, yurdu tutsaklar kampına cevirdi. DİSK kapatıldı. Türk–İş’in sendikal hakları elinden alındı. 52 DİSK yöneticisi 1 Mayıs’ı işçi bayramı olarak kutladıkları, genel grev kararı aldıkları, 12 sene önce tarih olmuş bir eylemi 15-16 Haziran işçi direnişini düzenledikleri gerekçesiyle idam edilmek isteniyor. Askeri cuntanın faşist savcısı DİSK davasını “savaş hali” hükümlerine göre yürütüyor.
İşsiz
Polyester-Demir
1977
“Yüklü yemiş dallarıdır kollarımız,
silkeler durur düşman, silkeler durur bizi.
Ve yemişimizi daha rahat, daha kolay toplamak için, vurur prangayı ayağımıza değil, vurur prangayı kafamızın içine…”
Nazım Hikmet
Avukatlara savunma yaptırmıyor davayı bile izlettirmiyor. Bu zorbalığa karşı yurt ve dünyadan sert protestolar yükselince cunta pervasızca DİSK başkanı Abdullah Baştürk’ün avukatı İstanbul Barosu Başkanı Orhan Apaydın’ı Barış Derneği Kurucu üyesi olması gerekçesiyle diğer barış derneği üyeleri ve yöneticileriyle birlikte tutukladılar. Tutuklananlar arasında CHP’li parlamenterler, üniversite öğretim üyeleri, doktorlar, öğretmenler, gazeteciler, yazarlar, sanatçılar ve Türkiye Barış Derneği Başkanı ve Dünya Barış Konseyi Prezidyum Üyesi Emekli Büyükelçi Mahmut Dikerdem de var. Bu senelerdir Türkiye’yi dış ülkelerde temsil etmiş gerçekten demokrat ve inanmış barışçı insanın, 1980’de İstanbul’da Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde Osman Hamdi Salonu’ndaki sergimin açılışında yaptığı konuşmayı hatırlıyorum: “1948 Wracklow Aydınlar Barış Konferansı’na katılan sanatçıların, Picasso, Léger ve Eluardlar’ın savaş karşıtı tutumu ve barışçı geleneğinden bahsederek konuşmaya başlamıştı. Bütçenin yüzde 40’ını işçinin köylünün emeğinden alarak askeri harcamalara yatıran, Amerikan kuvvetlerini doğuya yerleştirmeye hazırlanan, Amerikan filo harp gemilerini Karadeniz’de bırakan askeri militarist cuntanın; böyle her fırsatta barış diyen, Atatürk’ü barışçı ve antiemperyalist politikasıyla savunan bir adamı tutuklamasının nedeni de açıklanıyor böylece. Cezaevine götürülürken Orhan Apaydın’ın dediği gibi “Şimdi beni barışı savunuyorum gerekçesiyle tutukluyorlar. Barışı savunmak suçsa bunun hesabını onur duyarak vereceğim. Halkımız bunun hesabını gururla verecektir.” Çünkü asıl mahkemeye çıkarılan, süngü altında tutulan, halkımızın demokrasi ve barış isteği ile onurudur. Şimdi cunta, parlamenter görünümlü sürekli bir diktaya geçme hazırlıkları içindedir. Ecevit’in dediği gibi “Demokrasiye giden tüm yollar ve köprüler yıkılmış durumda amaçlanan demokrasinin yalnız adı demokrasi olacak …” Bugün Türkiye’de işkence gören, tutuklanan, zincire vurulan fikirdir. Sağlıklı düşünen beyindir. Onun için tiyatro oyunları yasaktır, filmler yasaktır, resimler kapatılır, heykeller kaldırılır ve şimdi Türkiye’de kanayan “Özgürlük Çiçekleri”dir. Benim son heykelimin konusu da budur.
Yazı, Mehmet Aksoy’un 1982’de kaleme aldığı Mehmet Aksoy kitabından alınmıştır.
“PAPYONLU ATATÜRK KAZANDI
KALPAKLI ATATÜRK KAYBETTİ”
TBMMönüne yapılmak üzere iki aşamalı bir yarışma açıldı. İsteyen her heykeltıraşın ve mimarın girebileceği açık bir yarışmaydı bu. İlk aşama fikir projesi niteliğindeydi. İki yüzden fazla projeyle yüksek bir katılım oldu. Bunlardan yedi proje finale kaldı. İkinci aşamada ise bu yedi projenin sahipleri, ekipler oluşturarak kendi aralarında açıktan kendi isimleriyle yarışacaklardı. Uygulama projelerinin maketleri hazırlanacak, materyaller seçilecek, ölçekli proje detayları verilecekti. Altı ay çalıştıktan sonra, bir hafta sabahlamacasına, bir küçük kamyon maket ve projelerle Ankara’ya gittim. Heyecan, hayal ve beklentilerimle, projeleri TBMM’ye teslim ettim. İstanbul’a döndüm. Jürinin toplanıp karar vereceği günü sabırsızlık ve büyük bir merakla beklemeye başladım. Nihayet o gün geldi çattı. Heyecandan duramaz oldum… “Bari balık tutmaya gidelim, oyalanırım” dedim. Arnavutköy açıklarında şansımıza çaparilere istavritler kandil oldu. Sahile döndüğümüzde “Polis seni arıyor.” dediler. “Allah Allah ne oldu şimdi? Ne yaptık? Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğretim görevlisiyim. Acaba okulda bir şey mi oldu?” derken karşıdan bir polis göründü ve üstüme doğru gelmeye başladı. Elimde balık torbası vardı. Torbayı yere bıraktım; endişeli, şüpheli gözlerle bakıyorum.
TBMM Anıt Yarışması Maketi
Alçı ve pirinç
1979
TBMM Anıt Yarışması Maketi
Alçı ve pirinç
1979
TBMM Anıt Yarışması Maketi
M. Kemal detayı
1979
Polis Geldi geldi, üç metre kala, elini öne doğru götürerek bir hamle yaptı. Ben, bir adım geri kaçtım. O, “Öpeyim abi!” diyerek elime doğru uzandı. “Ne oldu?” dedim. “Abi birinci olmuşsunuz.” dedi. İşte o anda her şey koptu. Polisi kucakladığım gibi döndürmeye başladım. Arnavutköy sahili Yeşilçam’dan bir kavuşma sahnesi yaşadı. Heyecan, sevinç, mutluluk duyguları… Polis, “Abi, seni yarın Ankara’dan bekliyorlar. Dolmabahçe Sarayı’ndan haber geldi size ulaştırmamız için.” Eve nasıl geldik bilmiyorum… Sevincimiz akşam haberlerine kadar sürdü. Televizyondaki spiker “Meclis önüne yapılacak Atatürk heykelleri projesi sonuçlandı. Birinci…” dediğinde, hep birlikte “Mehmet Aksoy” diye bağırdık. Ama spikeri ikna edemedik. O, “Birinci Hüseyin Gezer” deyiverdi. İkinci de Mehmet Aksoy’muş. İçim karardı, etraf buz kesti. Nasıl olur? Polis geldi “Birinci oldun.” dedi. Benimle dalga geçmediler. Geçemezler. Saygıdeğer jüri üyeleriyle böyle bir samimiyetim yok. Gece yayınlanan son haber bülteninde de aynı şey söylendi. Ertesi gün haber doğrulandı. İkinciyim. Ardından geçen on sene boyunca “nasıl ikinci oldum gerçeğini” öğrenemedim. Bir gün, Ankaralı mimarlar ve sanatçılarla yemekteyiz. Sonradan içlerinden iki kişinin meclis önündeki yarışmada jüri üyesi olduğunu öğrendim. Biri tesadüfen yanıma oturmuştu.
Sohbet döndü dolaştı meclis önündeki anıt yarışmasına geldi. Bana “Biliyor musun Mehmet sen yarışmayı nasıl kaybettin?” diyerek yarışmanın arka planını da anlatmaya başladı: “Sabah jüri toplandı seni oy birliğiyle fire vermeden birinci seçtik. Sonra da neticeleri bildirmek ve göstermek için onur jürisini çağırdık. Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve Meclis Başkanı Karakuş geldiler. Jüri üyeleri olarak bizler hep beraber, maketlerin ve projelerin sergilendiği TBMM salonunda işleri gösterip anlatmaya başladık. Senin projeye gelince, ‘İşte birincimiz bu.’ denildi. Nasıl anlamlı, nasıl değişik bir proje olduğu anlatılıyordu ki jüri üyelerinden biri heyecanlanıp ‘Efendim bakın şu Atatürk sanki Nazım Hikmet’in Kuvayi Milliye Destanı’ndan çıkmış gibi değil mi?’ diyerek şiiri okumasın mı?”
“… Sarışın bir kurda benziyordu Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı. Yürüdü uçurumun başına kadar, Eğildi, durdu. Bıraksalar İnce, uzun bacakları üstünde yaylanarak Ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlayacaktı.”’ Kenan Evren, “Anlamıştım zaten bu komünist işi. Nitekim bunlar kalpaklı yapar Atatürk’ü. Bu proje katiyen birinci olamaz. Ben katiyen yaptırmam bunu!” der. Jüri bir daha toplanır, gene beni seçerler. Sonra öğle yemeğine çıkılır. Yemekte jüri üyeleri tek tek telkin edilir ve öğleden sonra jüri bir daha toplanır. Birinci Hüseyin Gezer seçilir. Ben ikinci… Şimdi niçin öğleden önce birinci öğleden sonra ikinci olduğumu anlıyorum. Olay şöyle gelişir: Jüri, kararından çok emin olaraktan, TBMM Başkanlığı’na bağlı Dolmabahçe Sarayı’na bana haber etsinler diye bildirir. Arnavutköy polisi öğleden sonra hikâyenin başında anlattığım gibi kararın değiştiğinden bihaber beni bulur. Sonuç olarak papyonlu, ütülü pantolonlu Atatürk birinci, Kurtuluş Savaşı’nın sembolü Atatürk ikinci olur. Bu aralar kalpaklı Atatürk pek sevilmeye başladı ne dersiniz? Kurtuluş Savaşı’nı iyice anlamak gerekiyor galiba…