TAŞIN İÇİNDEKİ ATEŞİ,
HARİCİ SU SÖNDÜREMEZ
“PARMAKLIKLAR ARDINDA GELİŞEN” DEMOKRASİ
Çok güzel bir hava… Böyle bir havada insanın canı arkadaşlarıyla Boğaz’da tekne turuna çıkmak, deniz kenarında yürümek ya da Hisar’da kahve içmek istiyor. Oysa ben bir ayağım tavanda asılı, alçılar içinde sırt üstü yatıyorum. Sarhoş bir sürücünün gazabına uğradım. Motor kazası yaptım. Ayağım bileğime yakın yerden kırık. Dişim apse yaptı, şişme başlangıcında, ağrısı beynimi zonklatıyor. Sabahı iple çekiyorum. 11 Eylül’ü 12 Eylül’e bağlayan gecedeyiz. Yıl 1980. Gece uzadıkça uzuyor, zaman geçmiyor. Diş ağrım hafiflemedi üstüne üstlük ateşim de çıkmaya başladı. Radyoyu açayım; inadına çivi çiviyi söker hesabına şöyle acıklı, hasretten, acıdan, ayrılıktan, kara sevdadan söz eden, dertli mi dertli bir türkü, bir bozlak, bir uzun hava veya bir ağıt dinlerim, acımı paylaşırım dedim. Acımı hafifletir ümidiyle radyoda aramaya başladım. O da ne, o mahut ses: “Yine de şahlanıyor aman!” diye başlayan kahramanlık türküsü arkasından askeri marşlar. Hani şu 27 Mayıs 1960’ta, 12 Mart 1971’de şimdi de 27 Mayıs 1980’de anormal bir şekilde aşina olmaya başladığımız şey oluyor gene. Bizde kahramanlık türküleri ve marşlarla, müzik eşliğinde sanatsal başlar askeri darbeler.
Sonra giderek somutlaşır, sıkılaşır. Sokağa çıkma yasağı ilan edilir. “Ordunun bütün kademeleri emir ve komuta zincirine uygun bir şekilde yönetime el koymuştur” bildirisi yayınlanır. Bildiri metni geniş şekliyle şöyledir:
-Türk Silahlı Kuvvetleri, ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur.
-Girişilen harekâtın amacı, ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmaktır.
-Parlamento ve Hükümet feshedilmiştir. Parlamento üyelerinin dokunulmazlığı kaldırılmıştır.
-Bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmiştir.
-Yurtdışına çıkışlar yasaklanmıştır.
-Vatandaşların can ve mal güvenliğini süratle sağlamak bakımından saat 05.00’dan itibaren ikinci bir emre kadar sokağa çıkma yasağı konulmuştur.
– Vatandaşların sükûnet içinde radyo ve televizyonları başında yayınlanacak bildirileri izlemelerini ve bunlara tam uymalarını ve bağrından çıkan Türk Silahlı Kuvvetleri’ne güvenmelerini beklerim.
Bilmiyorum siz hiç böyle bir durum yaşadınız mı? Diyelim ki âşıksınız… Sevdiğiniz tehlikeli bir durumda, bir yerlerde, her gün başına bir şeyler gelebilir… Korkmadan bir kere bile gazete okuyamazsınız ya da radyo dinleyemezsiniz. Ve de her seferinde büyük bir merakla bunu yaparsınız. Ama bir anda siz başka bir şeylerle meşgulken ve hiç düşünmezken aniden haber geliverir. Çok gerçek, onu duyabilirsiniz, okuyabilirsiniz, onun hakkında konuşulur ama buna rağmen ona inanmazsınız. Büyük bir boşluğa düşersiniz. Her şey yabancı. Benim vücudum, kırık bacağım, benim lanet olası diş ağrım… Hiçbiri artık bana ait değil. Yalnız bu radyo gerçek. Yalnız o sesi varsayıyorum. Daha fazla bir şey bilmiyorum. Defalarca aynı haberi dinliyorum. Yine de inanamıyorum, anlamak istemiyorum.
İşte, öyle başladı… Olaylar akşama doğru daha da somutlaştı. Tahminen saat 20:00 sularında bizim evin önünde duran bir araba sesi, dikkatimizi çekti. Arabadan hızla inenlerin ayak seslerini duyduk. “Koşun bakın, kim onlar?” diye kardeşime ve kuzenime seslendim. Kuzenim “Askerler!” dedi. Biraz sonra kapıyı kıracakmışçasına çalmaya başladılar. Kuzenim bana korkudan açılmış gözleri ve titreyen vücuduyla, kendinden geçmiş şekilde “Açayım mı Abi?” diye sordu. “Git aç kapıyı, hiç korkma, nazik davran, içeri buyur et” dedim. Fakat kuzenim kapıyı açar açmaz onlar içeri daldılar zaten. İlk önce iki asker kapıdan içeri girdi. Ellerindeki makineli tüfekler üstüme çevrili, kapının sağına ve soluna yerleştiler. Onlardan sonra elinde bir takım kâğıtlar tutan bir subay ve ellerinde tabancalarıyla iki polis daha içeri girdi. Hızla düşünceler beynimde akmaya başladı: “Ben kimim? Ben neyim? Birine bir şey mi yaptım? Katil miyim? Terörist miyim? Değilim. Görsel Sanatlar Derneği’nin kurucu üyesiyim, yönetim kurulundayım, Barış Derneği üyesiyim. Akademi’de öğretim görevlisiyim. 1 Mayıs 1977’nin heykelini yapmışım. Terörü, kan dökmeyi kınayan heykellerim var. Bunlar mı terörist eylem?” Kendimi çok haklı ve masum buldum. Sakinleştim ve kendime güvenim geldi. Bir ayağım havada asılı durumda, yarı belime doğru kalkarak “Benim suçum nedir? Ben ne yaptım arkadaşlar?” diye sordum. “Subay, benim yukarda asılı duran alçılı bacağıma bakarak “Listede adınız var. Biz sizi götürmek zorundayız.” dedi. Polisle göz göze geldik. “Ben hocayı tanıyorum. Bizim karakolun önünde motor kazası yapmıştı, hatta ben onun hastaneye götürülmesine yardımcı oldum.” dedi. İşte bu, beni kurtaran cümle oldu. Hakikaten ben bu polisi tanıyordum. Bana Ankara’da meclis önündeki yarışmayı kazandığım haberini veren polisti bu. Evime davet etmiştim kendisini. Subay, bir polise baktı bir bana baktı: “O zaman biz onu götüremeyeceğiz. Tamam, gidiyoruz” dedi. Ben de gülerek “Güle güle” dedim. Gittiler. Diş ağrım da gitti. Yeni ağrılar ve düşünceler geldi. Daha sonra ayağımı tedavi ettirmek için Almanya’ya çıkma şansım oldu. O zamanlar elektronik ortam yoktu. Çok önemli tutuklamalarla yoğun bir şekilde meşgul olunduğundan, sınırlara ve havaalanına beni tutuklamaları bildirilmemiş. Ben de bir ay sonra pasaportumla normal bir şekilde yurtdışına çıkabildim. Ayağımın kırıklığı, bu kötülük şanssızlığın içinde şans oldu. Ben, aranıp da yurtdışına çıkabilen 30 bin kişiden biriydim. Daha sonra dört kere evim basılmış, beni götürmeye gelmişler… Gözaltına alınanların hepsi terörist miydi? Askeri cunta yönetime el koymasının nedenini terörizme son vererek, güven sağlamak olduğunu söyledi. Hakikaten terörizm aşırı sağcı ve aşırı sol gruplar arasında geniş bir kitleye yayılmıştı. Bu durumu kendileri de provoke ediyorlardı. Birçok şehirde zaten sıkıyönetim vardı. Aynı generaller ve yöneticiler oradaydılar. Ve de sorumluydular. Niçin terörizmle o zaman mücadele edilmedi? Mehmet Ali Ağca ve diğerleri hapishanelerden nasıl kaçtılar? Krizden çıkmanın yegâne çaresinin terörizmle mücadeleyi bahane ederek yönetime askeri müdahaleyle el koymak olduğunu düşündüler. Aslında 12 Eylül bir insanlık suçudur, terörizmi önlemek bahanesiyle halkımız üstüne devlet terörü uygulanmasıdır. Bundan en çok da ilerici, insan ve bilimden yana olan aydınlık kafalar etkilendi. Cuntanın başı Evren Paşa ne demişti? “Demokrasi elbisesi bize bol geldi, daraltacağız” İşte demokrasinin nasıl daraltıldığını sıralarsak… 650 bin kişi gözaltına alındı. 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı. 71 bin kişi TCK’nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı. 98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı. 299 kişi cezaevlerinde öldü. 7 bin kişinin idamı istendi 517 kişi idam cezasına çarptırıldı Haklarında idam cezası verilenlerden 50’si asıldı. (26 siyasi suçlu, 23 adli suçlu, 1’i Asala militanı) 30 bin kişi siyasi mülteci olarak Avrupa’ya kaçtı. 30 bin memurun görevine son verildi. 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı. 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi. 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı. 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu. 31 gazeteci cezaevine girdi. 300 gazeteci saldırıya uğradı. 3 gazeteci silahla öldürüldü. Gazeteler 300 gün yayın yapamadı. 13 büyük gazete için 303 dava açıldı. 39 ton gazete ve dergi imha edildi.
12 Eylül
Rölyef
1983
EL KAPILARINDA
İŞ GÖÇÜ
İş Göçü, Mermer 1987
Veda.Genç bir aile ayrılmak zorunda. Bir Türk erkeği İstanbul’dan Münih’e gidiyor. Elleri nerdeyse tehdit eden bir çağrı üstüne kaldırılmış gibidir; tren penceresinin camının ardından el sallıyor. Yüzü gri. Gözleri dalgın cama bakıyor. Trenin yanında kucağında çocuğu ile kadın duruyor. Kadının çiçekli kırmızı başörtüsü şimdi ayrılan sıcak yaşamlarıdır. Camın aynasında ise bu sıcaklık soğuyor. Bu Türk erkeği Almanya’ya gitmek zorunda, üçü için çalışmak zorunda. Hareket etmekte olan trenin ayıran penceresinin camında genç ananın bozulmuş sakin yüzü.
İş göçü, yüzyılımızın açı bir gerçeği artık. Özellikle az gelişmiş ülkelerin işsizler ordusu gelişmiş kapitalist ülkelerin mobil iş gücüne gereksinmelerini ve anarşik ekonomilerinden doğan krizlerini en ucuz şekilde atlatabilmelerini sağlayan ideal bir güç haline geldi. Gereksinmeye göre istenilen yere sevk edilen, istenildiğinde geri gönderilen ucuz iş gücüne ihtiyaçları vardı. Dişinden, üreme organlarına kadar kontrol edildiler. Genç ve sağlamdılar. Böylece başladı büyük sefer: Tümen tümen işsizler ordusu, bir iş bulabilme, iyi bir yaşam sürebilme kaygısıyla tren tren yayıldı, Avrupa’ya, Almanya’ya, Avusturya’ya… Alan memnun satan memnundu fakat bir şey vardı unutulan. İş gücü istemişlerdi, karşılarına insanlar çıktı. Evet, gelenler insandı! Başka bir memleketin ayrı bir sınıfından geliyorlardı. Düğmesine basınca çalışan makinadan farkları vardı. Kendi dilleri, türküleri, kendi alışkanlıkları, sevgileri. Karıları, kocaları vardı. En basit deyimiyle insandılar, yaşıyorlardı ve insan gibi yaşamak için de bir takım şartlar gerekliydi. Bu şartların yokluğu da yabancı işçiyle birlikte problemleri getirdi. Güneşi kıt yabancı diyarlarda, köhne kuru taş binalarda ana diline hasret işçiler… Öbek öbek, parklarda memleketinin yeşilini arayan; metroda işe gidip gelirken mutsuz; parasını biriktirip, ailesine götürmek için indirimli mevsim sonu satışlarında ya da iş bulma kurumunda kuyruk bekleyen işçiler… Çocuğuna hasret, sevdiğine hasret, toprağına hasret, yemeğine hasret el kapılarında bekleyen işçiler…
İş Göçü, Değişik açılardan 1987
TAŞ
Dünyanın oluşumundan bu yana, zamanı içinde saklıyor taş. Önümde duran taşlaşmış zaman kütlesi. İçinde o zamanda dünyanın üstünden geçen bulutların resmi kalmış, denizin, gökyüzünün resmi kalmış. Taşla çalışırken zaman, günümüzle geçmiş arasında kayıyor. Taşı taşa vurarak çalışan ilk çağ insanının elleri, benim vidia uçlu murcu, çekici, pnömatik aletleri, elmaslı testereleri, diskleri tutan ellerimle karışıyor. Zaman kayıyor, biri birine yaklaşıyor. Nasıl zamana hâkim olunamıyorsa, taşa da hâkim olunamaz. Bilmek, belli tekniklere hâkim olmak anlamında değil bu. Taşı yenmek, onu esir etmek anlamında. Yenilmiş taş, taşlığını kaybetmiş, başka bir şey olmuştur. Bence taş, taşlığını yitirmeden, yenilmeden bitmeli. Çekiç nasıl sıktığında kullanılmayan, gücüne ters çalışan, ölen, bıraktığında elinden kayan, uçan bir kuşsa; taş da tekniğe, alete, testereye esir edildiğinde ölür, nefes alamaz. Ya da teknik yetersizlik, bilgisizlik, taşı tanımama; taşın sertliğine direncine seni yenik düşürür. Kuş uçar. Taşa sevgi; çekingenliğe, korkuya, giderek sevgisizliğe dönüşür. Yürekten kafaya, bileğe ve murcun sivri ucundan taşa ulaşan duyarlılığımızın darbeleri, taşı yaralamaz. Onlar taşın heykel oluşu, kendini verişi, açılışı, gizini ortaya koyuşu sürecinin izleridir artık. Ya da zamanın taş içinde izler düşürerek devam edişi mi? Yesemek’teki heykel atölyelerinde çalışan Hititli, Afrodisias’taki Yunanlı ustaların çekiçlerinin rüzgârı kulaklarımda. Çekiç seslerinde zaman kayıyor
KİLİSEYE İLTİCA EDEN
MEÇHUL ASKER KAÇAĞI
1989’da 1 Eylül Dünya Barış Günü olarak ilan edildi. 1 Eylül 1939’dan, yani Hitler Almanya’sının Polonya’ya girerek İkinci Dünya Savaşı’nı başlatmasından, elli sene sonra bu savaşın başladığı gün Dünya Barış Günü kabul edildi. O zamanki Almanya’nın başkenti Bonn şehrine Alman Barış İnisiyatifleri bir asker kaçağı heykeli diktirmek istedi. Meçhul asker kaçağı konulu, çağrılı bir yarışma açtı. Ben de çağrılmıştım. Boşlukta ve boşluğu çevreleyen taş kütlede görülen, üniformasız, çıplak, hareket halinde bir adam yaptım. Boşluktaydı çünkü özgürdü, izleri vardı ama kendisi yoktu, yakalanamıyordu. Çıplaktı çünkü her türlü üniformayı ve savaşı reddediyordu. Çünkü insandı. Yarışmayı ben kazandım. Heykelin Bonn şehrindeki Barış Meydanı’na dikilmesi düşünülüyordu. Bu meydanın eski adı Hitler Meydanı’ydı. Şimdi de altında atom sığınağı var. Biz de üstüne Meçhul Asker Kaçağı heykelini dikmek istiyorduk. Savaş olmasın sığınağa gerek kalmasın diye. Hükümetteki Hristiyan Demokrat Parti bunu istemedi. Parlamentoda tartışmalar oldu.
Değişik açılardan Potsdam Birlik Meydanı
Güzel konuşmalar yapıldı. Bir papazdan sürpriz bir açıklama geldi: “Ben bu heykelin buradan kaldırılmasına karşıyım ama biliyorum ki kanunen bunu burada tutamayız. Biliyorsunuz ki kilise, polisin ve silahın giremediği bağımsız bir yerdir. Ben eğer heykeltıraş da uygun görürse heykelin kiliseye iltica etmesini istiyorum. Kilisemizin kapıları heykele açıktır.” Ben böylece heykeli Bonn şehrinde kilisenin önüne diktim. Yarım saat içinde heykel çiçeklerle, mumlarla kutsandı. Heykel uzun zaman o meydanda ve Alman kamuoyunun gündeminde kaldı. Heykele sempati duyan eyaletler heykeli sergilemek üzere istediler. Böylece heykel iki sene boyunca eyalet eyalet dolaştıktan sonra tekrar kilisedeki yerine iltica etti. En son Potsdam’a gitti ve belediye benden sürekli kalması için ricada bulundu. Ben de kabul ettim çünkü Potsdam’ı çok anlamlı buldum. İkinci Dünya Savaşı sonrasında barış antlaşmasının yapıldığı yerdi. Ve Meçhul Aker Kaçağı oraya dikiliyor. İyi bir ironi… Heykel, bugün de orada duruyor.
“Burada insana kurşun sıkmayı reddeden bir insan yatıyor.”
Kurt Tucholsky
Yeşillerden bir parlamenter heykelin maketini kürsüye getirerek “Bu çıplak insandan neden korkuyorsunuz bunda ne var?” dedi. Elinden zorla heykeli aldılar. Bütün bu tartışmalar televizyonda görüntülendi. Olay mahkemeye gitti. Mahkeme Alman ordusunu küçük düşürüyor savını haklı buldu. Bize göre de asker kaçaklarının onuru iade edilecekti. On binlercesi öleceklerini bile bile Hitler’in savaşından kaçtılar. Bir televizyon kanalında Monitör adlı programda program yapımcısı savaşta ölen altı milyon askeri kastederek “eğer altı milyon Alman askerden kaçsaydı 50 milyon insan ölmeyecekti” dedi. Onu da mahkemeye verdiler. “Hitler’in ve faşist rejimin yaptıkları bir insanlık suçudur” dense bile pratikte öyle görünmüyor. Sonuçta heykel 1 Eylül 1989’da ilan edilen Dünya Barış Günü yürüyüşüne onun bir parçası olarak katıldı. Barış Meydanı’nda onu bir treylerin üstünde altı saatliğine sergiledik. Meydan dopdoluydu belki on binin üstünde insan vardı. Kürsüden hayatta kalabilmiş asker kaçaklarına heykeli açmaları için çağrı yapıldı. Ve birlikte heykelin üstündeki örtüyü çektik. Büyük bir alkış koptu. Konuşmacı beni oradaki halka tanıtarak kürsüye davet etti. Küçük bir konuşma yaptım. “Hitler ordusundan kaçan askerlerle birlikte savaşın başlangıcının barış günü ilan edildiği bir günde, o örtüyü çekerken hep birlikte bütün savaşları mahkûm ettiğimizi düşündüğümü savaşların insanı onursuzlaştırdığını” söyledim.
Meçhul Asker Kaçağı
Mermer
1989
YALNIZLIK ÜSTÜNE
Yalnızlığımı taşa astım gölgesinde çalışıyorum. Yalnızlığım benim ikiz kardeşim. Sol yanım, huysuz sevgilim, en bencilim, en yaratıcım, en beğenmezim. Ellerimin hünerini sanatsal güce döndüren, ellerimi yöneten irade. Elimin kararı, gözümün ayarı. Bana çişimi unutturan. Tuvalette, çarşıda, sokakta, karşıdan karşıya geçerken, uykumda, rüyamda yanımdasın. Sevgilimle sevişirken bile heykel fikirleriyle aramızda yatarsın. Bana bir dakika bile huzur vermezsin. Vücudumun işkenceci başısın. Yorgunluktan ölsem, ayaklarım şişse, kolum kalkmasa bile beni çalıştırıp merakını gidermeye çalışırsın. Daha bir heykeli bitirmeden yeni heykel fikirleriyle karşıma çıkarsın. Tatminsiz oğlum benim. Ben olmasam sen ne yaparsın? Ben olmasam sen nesin? Hiç! Senin benden başka kimin var? En yalnız sensin, ben değil. Benim yalnızlığım var. Herkes yalnızlığı kadar konuşsun…