ŞİMDİ HEYKEL
ZAMANI

2000 – 2010

Kırmızı Beyaz Birliğine Çak   Dökme Beton – 2009

ELİN GÖZÜ VAR

ELLERİMİ SEVİYORUM

Ellerim, formlar üstünde dolaşan ışığı okşar. Karanlıkta görür gözümün görmediğini, heykelin üstünde oynaşan ışığın müziğini duyar mı? Yoo, hayır duyamaz onlar yalnız elimin altındakileri bilir. Tutkulu bir form çapkınıdır onlar, formlarla devamlı flört halindeler. Ellerimi seviyorum. Kaba görünüşleri içinde hassas dokunuşları saklıyorlar. Ne kadar çalışsam onları zorlasam aletleri, çekici, murcu, tarakları, mucartayı, külüngü, öyle hünerli kavrıyorlar ki nasır tutmuyorlar. Taşın neresine, nasıl, hangi şiddetle, hangi eğimde vurulması gerektiğine onlar karar veriyor. Bir yerden sonra ben yalnız ellerimi seyrediyorum. Onlar yapıyor, ben seyrediyorum… ellerimi seviyorum. Sıcak bir vücudun formları üstünde her gözeneği hissederek dolaşan ve içime sıcak duygular akıtan ellerimi seviyorum… kızgınlıkla yumruk olan ellerimi de… şakağımda düşünceli duran ellerimi, dostlarımı sevdiklerimi kucaklayan göğsüme bastıran ellerimi, her şeye rağmen güzel günlerden umutlu, zafer işareti yapan elimi, ayrılırken arkamdan el sallayan çocuğa öpücük gönderen elimi de insani durumlarda yaşaran gözlerimi gizlice silen ellerimi de… en çok da öpüp başıma koyduğum anamın ellerini seviyorum.

Kayıp Anaları 
Mermer
2003

Kayıp Anaları 
Mermer
2003

Dersimli Kayıp Kızlar ve Anaları 
Mermer
2003

Kibele Attis 2
Mermer
2000

ZAMANA DOKUNMAK

Zaman, dördüncü boyut hep yakalamaya, göstermeye çalıştığımız bir şey. Hâlbuki çok karmaşık formüller, “E=mc2” gibi çok bilinmeyenli denklemler yerine daha basit düşünsek, gökte ararken yerde bulacağız. İşte size taş! Dünyanın var oluşundan beri süregelen bütün oluşum süreçlerini yani zamanı içinde saklayan, zamanın şahidi evrenin bir parçası, büyük patlamanın şahidi ve o zamandan şimdiye kadarki zamanları içinde saklayan bir materyalle oynuyorsunuz. Zamana elimiz değiyor. Ve siz ona form verirken ona yeni zaman ekliyor, zamandan zaman doğurtuyor, ona ebelik yapıyorsunuz. Taş zamana gebe! Dokunmanızı bekliyor. Ona öyle bir dokunun ki zaman zamanı doğursun. Zamanın kabuklarını kırıp onu ışığa güneşe çıkar. Çıkar ki taşın marifetlerini gör. Gör ışıkla nasıl oynaşıyor. Nasıl formları ışıkla oynuyor, ışıktan kan alıyor. Işığı yutup her kristal zerresinde geri veriyor, ışıkla nefes alıyor. Evet, taşı seviyorum.

Üstüne düşen ışık üstünden beni yansıttığı, üstündeki zamanın kabuklarını kırıp atarken bana tesadüfler yarattığı, benim form duygumu geliştirip beni tesadüf avcısı yaptığı, beni ışığa duyarlı kılıp bana “Ben artık kütleyi değil ışığı yontuyorum.” dedirttiği için. “Belki biz de bir gün, taşın ışığı üstünden ışık oluruz” potansiyelini taşıdığımız için… Daha ne olsun ?

Dalga, Çocuk ve Köpek
Yayladağı Taşı
2002

İş Kuleleri Kibele Çeşmesi
Mermer
2001

Aşkın Kanatlarında
Yayladağı Taşı
2002
Dans Eden Kadın
Yayladağı Taşı
2002
Güzel Kibele
2002
Arı Kibele
2002

Yıldız Başlı Kibele
2002

KYBELE EVLERİ

SOYAK YENİŞEHİR SİTESİ

KYBELE ÇEŞMESİ

Osmanlılardan günümüze suyun yüceltildiği, mukaddes sayıldığı o saygın durum ne yazık ki aktarılamadı. Mimarimizde de bu görülemiyor. Biçim olarak zevksiz ve ruhsuz şeyler yapılıyor. Şimdi yapılardaki havuzlara bakıyorum pahalı malzemelerle çevrilmiş su birikintileri gibi, su olmadığı zaman da çirkin pislik toplayan çukurlar görünümündeler. Felsefesi yok, ruhu yok. Ben buna çok dikkat ediyorum, bir havuz yapacaksam su olmadığı zaman da su akıyormuş gibi olsun, en azından suyu hissettirecek bir biçimlendirme kaygısı olsun isterim. Suya da bir form vermek isterim. Onu plastik, estetik bir eleman, materyal olarak görüyorum. Burada suyun çeşitli özelliklerini kullanmak istiyorum. Transparansı akışkanlığı, köpüklenmesi, tozuması, durgunluğu, ayna etkisi, meditatif halleri ve sesi. Levent İş Kuleleri’nde Kibele Çeşmesi heykelinde ve Soyak’taki ikinci Kibele Çeşmesi heykelinde de suyun bu özelliklerini kullanmaya çalıştım.

Bir felsefesi olsun istedim.

Soyak’taki Kibele Çeşmesi’nde heykel mekân ilişkisi, heykelin biçimlendirmesini doğrudan etkiler. Mekân heykelin içeriğine katılır. Böylece değişen, artan içeriğe göre heykelin de biçimi de doğal olarak değişir. Düşünün heykelin etrafında elli metreyi bulan, mekanik, estetik kaygıdan uzak, oturma fonksiyonu ağır basan binalar var. Bunların insanlar üzerinde negatif etkisi ve stresi var. Buna karşı bir şey yapmalıydım; binaların arasındaki o küçücük meydanı doğayla sanatla ilişkilendirmeye çalıştım. Pencerelerinden baktıklarında oturdukları binanın aynısı olan karşı binaya bakmasınlar istedim. İşte, bu düşünce beni orada o meydanda insanların hayal kurabilecekleri, umutlanabilecekleri kendilerini yenileyebilecekleri bir şeyler yaparak bir çekim alanı yaratmaya götürdü.

Binaların arasında onların boynuna takılmış değerli bir kolye gibi duran form, tam da bu endişeden çıktı.

Çeşmenin etrafında Kibele heykelleri yapma fikri ise şöyle doğdu: Anadolu’da çok eski medeniyetlere dayanan bir ana tanrıça kültü vardır. Bu külte göre her şey veya her canlı; yaşar, ölür, yeniden doğar. Ayrıca ana tanrıça doğanın gücünü, üretkenliği, bereketi temsil eder. Koruyucudur. İyiyi, güzeli, kötüyü, çirkini bağrında taşır. Kucaklar. Her türlü doğa düşmanlığı ve doğaya karşı koymalar şiddetle cezalandırılır. Doğayla birlikte doğanın ritmiyle uyum içinde yaşanır.

Şimdi günümüze bakalım; ne görüyoruz?

Bu değerlerin hangisine sahip çıkıyoruz?

Hayatımızın ritmini belirleyen ne? İnsan doğa ilişkisi bozuldu, değer yargıları değişti, ana tanrıça parayla yer değiştirdi. İşte arkaik dünyaya ait bir mitosu günümüze çekip getirmemin sebebi bu. Suyun burada yaşamı, yaşamın devamlılığını çağrıştırmasını istedim. Suyun girdiği çeşitli halleri ve özelliklerini kullandım, su sesinin meditatif etkisinden yararlanmaya çalıştım. Peyzajda yer alan bitkiler ve ağaçları bu düşünceyle örtüştürmeye çalıştım. Mevsimleri, ekilen çiçekler ve ağaçlarla vurgulamaya çalıştım.

Çeşmenin etrafında dört farklı formda Kibele var. Kibele’nin çeşitli kişilik özellikleri hepsinde ayrı ayrı form buldu. Mesela çalışkanlık, bereket, güzellik, doğurganlık, koruyuculuk gibi… Bu dörtlüyle, amacım bir anlamda Kibele’den Artemis’e oradan da Diana’ya giden tarihsel bir süreci ve gelişimi hatırlatmaktı.

Aykız heykelinde, Kibele’nin
sembollerinden biri olan
aydan esinlendim. Hilal,
Kibele’nin kızlığını; büyüyen
ay kadınlığını; dolunay
gebeliğini ve olgunluğunu;
küçülen ay da yaşlılık ve
ölümü anlatıyor. Aykız, ayın
bütün bu hallerini gösteren
bir başa sahip. Göğüslerinin
üstünde kavuşturduğu
elleri, bereketi sunuyor.
Yalın bir duruşu var. Aykız’ın
etrafında döndüğünüzde,
dikkat ederseniz, hilalden
dolunaya ayın bütün evrelerini
görebilirsiniz.

Yıldızbaşlı Kız; hayalci, başı
göğe yükselen, genç karnının
boşluğunda kocaman bir rahim,
güzel, çekici ve hırçın bir hatun.

Arı Kibele; çalışkanlığı ve doğanın
enerjisini temsil ediyor. Ortasında
göbeğinde kare bir formun daha
doğrusu küpün içine önden ve
arkadan negatif oyulmuş orta
kısmına doğru ışık geçirecek
kadar inceltilmiş ve en ortasında
boşluk olan bir form var. Bununla
evrenin enerjisini düşündürmek
istedim.

Güzel Kibele diye
adlandırdığıma bakarsak
burada estetize edilmiş ve
antikiteyi çağrıştıran bir
biçimleme, güzelleme var.
Negatif bir figür gibi duran
oylumun ortasında boşlukta
bir rahim var. Çok memeli,
başı ay formunda ve başının
üstünde gökkuşağı gibi
duran form evreni temsil
ediyor.

Yıldız Başlı Kız
5 metre yükseklikte
Malzeme: Mermer ve
paslanmaz çelik

Bekçi Kibele
Polyester döküm
2002
Oturan Kibele
Diabaz
2002
İki Çocuklu Kibele
Limra
2002

KÜTLE HEYKELİN CANIYSA, IŞIK KANIDIR

Penelope
Mermer
2004

Motorcu
Mermer
2002

Nike
Mermer 16×2,5×2,5 mt
2001-2006

Mevlana’yı Düşünürken
Mermer
2002

İNSAN HALLERİ

Günümüzde sanat güncelleşti. Aktüalite ve moda akımlarıyla karıştı, yenilik adına sansasyon, şaşırtma, sürpriz etkileri öne çıkarılıp sanatın içeriği boşaltıldı. “Aha! Ohaa! Vay Be!” sanatı haline getirildi. Sanatın nesnesiyle öznesi yer değiştirdi. Başlar ayak, ayaklar baş oldu. Söz öne çıktı. Sözün yaptığı ile elin yaptığı aynılaştırıldı. Hâlbuki sanat eyleyerek yapılır, söyleyerek değil. Sözde tekabüliyet yoktur, söz acizdir. Söyleyemediğimiz, dillendiremediğimiz için heykel yaparız. Heykel söylenmez yaratıcı süreçlerden geçerek eylenir. Formlar anlam taşımaya başlar, zaman içinde yeni anlamlar kazanır. Sanat yapıtı baktıkça tükenmeyen anlam çokluğudur. Bir bakışta tüketilemez. Zaman, mekân içine yayıldıkça anlam zenginleşir çoğalır, zamansızlaşır.

Kavramsal sanat ve “güncel sanat”, deneysel sanat akımlarının genç ve bilinçsiz kafalarda kavram kargaşası yaratması sanat ve sanatçı imajının bozulması, ucuz, düz, sığ metaforik olmayan, düz anlamlı işlerle sanatı anlamsızlaştırıyor, sanatı etkisizleştiriyor. Bienallerle iddia edilenin tersine, işte yapılan budur.

Sanat küresel olamaz, bugün küresel olan dolardır. Evrensel olanla küresel olan birbirine karıştırılıyor. Dünyanın her yerinde birbirine benzeyen kurşun askerler yaratılıyor. Küratör güdücülerle politik olan estetikleştirildi. Politik dil ise metonomiktir, düz anlamdır, buradan metafor yapılamaz. Sanatsa metaforiktir, kavramlarla imajlarla yaratılan formlar üstünden konuşur. Öykünmelerle, kişilik inkarıyla sanatçı olunmaz. Hele dünya sanat mirası inkârıyla, yaşanılan coğrafyanın, toplumsal durumun, psikolojinin, toplumsal reflekslerin inkârıyla sanatçı hiç olunamaz. Bu kişilik inkârı demektir. Kişiliğini inkar eden, kendini kaybeden, sanatında kendisi olmayan insan, başkasına öykünüyor demektir. Sanatçı ise yalnız kendine öykünür, kendi şarkısını kendi söyler.

Ben 45 senedir kendime sadık olmaya çalışıyorum. Sanatımla hayatım, düşüncelerim, duygularım, birebir olsun, örtüşsün istiyorum. Dünya sanat mirasını özümsemeye; Mısır, Asur, Hint, Maya, Afrika sanatından el almaya çalışıyorum. Sanatın özünü bozmayan her türlü yeniliğe, tekniğe, teknolojiye açığım, yeter ki sonuç heykel olsun. İçimdeki sanatçı benle iyi geçinmeye çalışıyorum. Zor beğenir, zoru sever, hep neden olmasın der, hep yeni fikirlerle rüyama girer o kendine ihanet ettirmez, neşeli de olsam, üzgün de olsam o hep ordadır. O her durumu heykele dönüştürmek ister. Bana acımaz, beni, fizik gücümü, el becerimi, ustalığımı acımasızca kullanır, yorgunluk tanımaz, ayaklarım, dizlerim tutmasa bile “Çalış, bitir şunu!” der. Bana çişimi unutturur, insafsız, zalim biri sanatçı egom ben onun heykel hamalıyım, heykel havarisiyim. İşte böyle geçinip gidiyoruz…

Mevlana’yı Düşünürken
Mermer
2002
Denseden Atatürk
Mermer
2002
Pegasus
Mermer-Kalker
2002

İnsan Olma Yolunda
Mermer
2002     Mermer mavi olmuş soldur

Sitting Bull
Kandıra taşı-Metal
2005

Sen, Ben ve O
Mermer
2010

Büyük Şahmeran
Mermer-Demir
2008
HER İNSAN
BİRAZ ŞAMANDIR
Davulcu Şaman
Kalker
2004
Rasyonel dünya, teknoloji, insan, doğa, düşler, mitler ve ruhlar dünyası birbirlerini biçim bozucu aynalardan seyrediyor.

İnsan artık zararlı. Oysa her insan biraz şamandır.
Köklerinin dünyasına dönmek, onunla iletişim kurmak ister. Bazen, ellerimi ve gözümü yöneten güç kimin?
Ellerime kim heykel yaptırıyor?

Kim bu benim gözümle gören, sesimle şarkı söyleyen?
Beynimin içinde konuşan ses de kim?

Şamanların taşıdığı enerji ve onun güce dönüştürülmesi çok cezbedici benim için. İnsan ve insan doğası günümüzde teknolojiye yenik düştü. Kendimizi unuttuk, vücudumuzla ilişkimiz azaldı. Artık doğal değiliz hatta doğaya karşıyız, kendi doğamıza bile. İnsan doğasının çıkarabileceği enerjinin çok azıyla idare ediyoruz. Ayaklarımızı koşu bantlarında, doğayı ancak pikniklerde yaşıyoruz. Sular, topraklar, ağaçlar, hayvanlar, artık mukaddes değil. Ruhları yok.

Kuş Başlı Şaman
Serpantin
2005
Yılanlı Şaman
Serpantin-Metal
2010

Tanrı Ülgen’e Doğru
Kalker 2009

Doğal değerler artık değerli değil… Anlamlı hiç değil. İşte kaybolan bu değerleri yeniden bulmak, köklerimize dönmek ve içimizdeki enerjiyi aktif hale getirip çıkarabilmek yani kendine dönmek bence günün sorunu. Şamanist ritüellerde, ister Orta Asya’da ister Sibirya’da ya da Amerika’daki Kızılderili kabilelerin ritüellerinde olsun davul ve benzeri vurmalı bir çalgı muhakkak vardır. Orta Asya’daki Şamanist ritüellerde şamanın davulu en önemli aletidir, vücudundan bir parça gibidir. Davulsuz hiçbir ritüel düşünülemez. Davul şamanın konsantre olması yavaş yavaş ritme girip transa geçmesi, yardımcı ruhları yanına çağırması, kötü ruhları kovalaması için çok önemlidir. Davul eşliğinde şarkı söyler, dua eder, ruh çağırır ya da kovar. Şaman davulla içindeki enerjiyi çıkarır ve dışarıdan enerji yüklenir. Ölen bir insanın ruhunun Tanrı Ülgen’e gitmesine refakat ettiğinde davulu yanındadır. Şaman öldüğünde davulu bir daha kullanmamak üzere yerle gök arasına yani bir ağacın dalına asılır. Şamanın davulu üstünde her zaman sembolik resimler vardır.

Tanrı Ülgen’e Doğru
Kalker
2009

Ruh Taşıyıcısı
Kalker 2004

En sevdiği hayvan figürlerinin sembolik resimleri, hayat ağacı, yer, gök, insan ve mekân ilişkisini anlatan çizimler şaman davulunun üstünde sık görülen motiflerdir. Heykellerimde de şamanların içindeki gizli güçleri nasıl dışarı çıkardıkları, nelerden yardım aldıkları, nelere inandıkları sorusuna cevap bulmaya, bir illüzyon yaratmaya çalıştım. Geçirgen formlar ve leke, yere düşen gölgeler, renkler hep şamanlar dünyasına, ruhlar dünyasına bir geçiş yapmakta bana yardımcı oldu.

Bence tüm bu form ve malzeme denemeleri heykelime yeni bir açılım getirdi. Çok sevdiğim demire yeniden döndüm. Çok dramatik şeyler hissederek yaptığım formlar var onu başkası yapabilir mi? Ben bu Şamanlıkla ilgili, enerji çıkarmakla ilgili form bulmak zorunda hissettim kendimi. Bir anda formlar değişebiliyor. Kendini kontrol etmek, ben bunu neden yapıyorum, doğru yapıyor muyum, yanlış mı yapıyorum sorularını sormak lazım. Başkalarının beğenilerine göre mi yapıyorum bunu sormamız lazım. Sormazsan kendine ihanet ediyorsun. Soru işareti her zaman kendine karşı çıkmalı.

Kuş Başlı Şaman 2
Kalker 2005

Kuş Başlı Şaman 2
Değişik açılardan

Geyik Başlı Şaman
Kalker
2004

Geyik Başlı Şaman
Kalker
2004
Koç Başlı Şaman
Kalker
2004
Ak-Kara Şaman
Karışık malzeme
2008
Ruh Girmesi
Taş-Demir
2004
Sema
Limra-Metal-Elek-Seramik
2004
Hezarfen, Mermer-Demir 1992

BENİM
KAHRAMANIM
HEZARFEN

MERAKLA BAŞLAR HER ŞEY

Her şey bence “Anne bu ne?” sorusuyla başlıyor. Merak… Bilmenin, öğrenmenin, yaratının itici gücü; yaşa, zamana, mekâna ve kişiye göreceli. Peki, kişi niye merak eder? Merakı tetikleyen nedir? Benim merak ettiğim şeyleri, birçok insan hiç merak etmiyor. Onlarınkileri de ben hiç merak etmiyorum. Merak her kişide aynı değil. Kişinin yetenekleri doğrultusunda gelişiyor ve tutkuya dönüşebiliyor. Kromozomların spiraldeki farklı dizilişleriyle, benlikle, özle de ilişkilendirilebilir. Hatta her şey ana karnında belirlenmeye başlıyor denilebilir. “Ben insanım, gören, bilen… Daha doğmadan, annemin kollarında değilken, annemin içinde, karnındayken görmeye ve orada halkıma dair gerçekleri öğrenmeye başladım” diyor Oturan Boğa. Halkıyla varlığını özdeşleştirmiş, bunun için her şeyi göze almış ve yapmış, Sioux Kabilesi’nin mütevazı ama onurlu, özgürlüğüne düşkün, Kızılderili kahraman şefi Oturan Boğa. Evet, her şeyin nüveleri orada, ana karnında atılıyor. Sonradan aile, sosyal durum, psikoloji, toplumsal etik, davranış biçimleri ve değer yargıları da etkili oluyor. Kişi bir biçim almaya, kendini, özünü ortaya çıkarmaya başlıyor. Bu birçok biçimde olabiliyor; negatif uyum, pozitif uyum ya da negatif karşı duruş, pozitif karşı duruş yoluyla. Burada uyum ya da karşı duruş derken; insan özüne dayalı değerlere uyumdan, onların seçilmesi ve daha üst düzeye taşınmasından ya da buna karşı durulmasından söz ediyorum. Hayatlar riske edilerek insani değerler, toplumsal, bilimsel, kültürel değerler yüceltiliyor. “İnsan” olma yolunda küçük adımlar atabilmek için çalışıyorlar merakla, heyecanla, tutkuyla, inatla… Varlıklarını adayarak, varlıklarının sonuna kadar işlerini yapıyorlar. İşte bence tam da burada kahraman olunuyor. Kahramanlık, kahraman olmak için yapılmaz. Öyle olduğun için, öyle olması gerektiğine tüm benliğinde, özünle inandığın için yapılır. Senin için bu çok normaldir. Yaptığın iş senin varlık nedenindir. Her ülkede, her coğrafyada, farklı zaman ve mekânlarda bu nedenler farklı olabilir. Ama nerede, ne zaman olursa olsun bu insanlar aynıdır. Yaptıkları iş onların olmazsa olmazdır. İşte Galileo, işte Hallacı Mansur, işte Madam Curie, işte Florence Nightingale, işte Piri Reis, işte Evliya Çelebi ve işte benim kahramanım Hezarfen Ahmet Çelebi.

Galata Kulesi’nden
Atlayan Hezarfen Ahmet Anısına
Maket

İşte yine geldik başa.

– “Anne bu ne?”

– “Kuş.”

– “Kuş nasıl uçar?”

İşte bu kuş nasıl uçardan, uçma fikrine gelinir. Zaman bilimsel bulguların, gerçeklerin, şeytana karışmakla eş değer tutularak suçlandığı, lanetlendiği bir zaman… Padişah, IV. Murat’tır. 1600’lerin başı… Hezarfen çalışmalarına başlar. IV. Murat ilk başlarda bu çalışmaları destekler, müsaade eder. Hezarfen, uzun süren çalışmalar, deneyler sonucunda uçma aletini yapar ve kendisini Galata Kulesi’nden aşağıya, denize doğru bırakır. Boğaz’ı geçer ve 6 bin metreyi kat ederek Üsküdar’a, Doğancılar’a iner. Dünyada bir ilki başarır. Bu arada şeyhülislam ve mollalar, Padişah IV. Murat’a baskı yaparak, bunun insan işi olmadığını, Hezarfen’in şeytana karıştığını söyleyip onu öldürtmeye çalışırlar. Ama Murat onu öldürtmez, Fizan’a sürgün eder… Bu sürgünün sonrası belli değil. Büyük bir ihtimalle orada öldürülmüştür.

Galata Kulesi’nden
Atlayan Hezarfen Ahmet Anısına
Taş-Metal-Paslanmaz Çelik
2008-2011

Bugüne kadar Hezarfen’in onuru iade edilmemiştir.
Osmanlı kayıtlarından silinmiş, yalnızca Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde, gözden kaçan bu uçuşun gerçekleştirildiğine dair kısa bilgiler kalmıştır. Halen yobazlığın laneti üstündedir. Bir kısım entel bilim adamlarımız bile bulguların eksik olduğunu, Evliya Çelebi’nin de çoğu şeyi abarttığını hatta uydurduğunu söyleyerek, olayı olmamış gibi gösterme eğilimindedirler. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, İstanbul Kanatlarımın Altında filminin yönetmeni, Hezarfen’i hepten aşağılayarak, Leonardo Da Vinci’nin uçma aleti çizimlerini bir İtalyan esir kızın eşyalarının arasından bulması, tesadüfen ayna tutarak okuması ve bu çizimlerden çıkarak uçma aletini yapması fikrini getiriyor. Yani yönetmenimiz o dönemde bir Türk’ün böyle bir işi başarmasına ve o cesareti göstermesine inanamıyor hatta yakıştıramıyor. Öyle ya mucit ya da bilim adamı dedin mi ille de yabancı olmalı. Çalma, çırpma, öykünme kültürünün yapımcısı da böyle olur.

Ne demeli?

Şöyle düşünelim; günümüzde işlenen siyasi cinayetleri azmettirenlerinin devlet arşivlerinde yeri var mı? Her şeyi objektif gören, tarih düşen bir kâtip mi var? Resmi tarih tek yanlıdır. Bu bilinir. Her şeyden önce tarihçilerin, bilim adamlarımızın, böyle bir olayı bir Türk’ün yapabileceğine inanmaları gerekir. Bir zamanlar ve halen Homeros’un İlyada’sının da Homeros’un fantezilerinden oluştuğu, uydurma olduğu ve gerçekleri yansıtmadığı söylenirdi. Ama bugün Truva Savaşı’nın gerçek olduğu ispatlandı. Peki, Fransız Havacılık Müzesi’nde Hezarfen Ahmet Çelebi’ye ait bir bölüm olması ve onun Galata Kulesi’nden Üsküdar’a uçarak dünyada bir ilki başardığının söylenmesi onların da bu konuda bir araştırması olduğunu göstermez mi? Fetva veren, “Katli vaciptir, içine şeytan girdi.” diyen ve onu yok sayan din yobazlarının laneti ve bunun korkusu günümüze dek ulaştı. Bütün bunlara rağmen ben, yıllarca çalışıp, deneyip yanılarak Galata Kulesi’nin üstüne çıkıp oradan aşağıya bakan Hezarfen’in kalp çarpıntılarını duyuyor, korkusunu hissediyorum. Ölümden korkuyor, yok belki daha çok başaramamaktan… “Başarmalısın!” diyor kendi kendine “Başarmalısın, atla aşağı, Boğaz’ın maviliklerine doğru orası seni uçurur…” Ve atlıyor… Varlığıyla uçma fikri bir olmuş artık, korku yok. Yalnızca başarabilme merakı ve onun heyecanı var. Eğer bugün İstanbul’dan Kars’a iki, Berlin’e üç, New York’a on saatte uçabiliyorsak; kolumuz kanat olmuşsa, gözlerimiz oturduğumuz yerden bütün dünyayı görüyor, kulaklarımız seslerini işitiyorsa bu, Hezarfen gibi kahramanların sayesindedir.
Benim kahramanım O…

Mehmet Aksoy, bu yazıyı 2007’de NTV Yayınları’ndan çıkarılan “Sizin Kahramanınız Kim?” kitabi için kaleme almıştır.