NAZIM HİKMET

TÜRKÜLERİMİZDEN
KORKUYORLAR

İnançlı, kavgacı, sevgi dolu bir ses; demir parmaklıkların arkasındaki karanlıklardan, taa Türkiye’den dünyaya duyurabildi kendisini, O’nu hapsedemediler. O’nun sesi engel tanımayan, karanlıkları yutarak ilerleyen bir ışık gibi yayıldı yeryüzüne. O, hapishanenin içinde de, dışında da yirminci yüzyıla şekil veren ona damgasını vuran olayların içinde yaşadı. Onlardan etkilendi ve sanatında onları yansıttı. Birinci Dünya Savaşı, 1917 Sosyalist Ekim Devrimi, Ulusal Kurtuluş Savaşımız, İkinci Dünya Savaşı… Bunlar, Nazım Hikmet’in yaşamı ve sanatı üstünde büyük etkisi olan, O’na devrimci ruhunu kazandıran olaylardır. O’nun yaşamıyla sanatı birbirinden ayrılmaz bir yumak gibidir. O, şiiriyle, Çanakkale’de İngiliz emperyalistlerine karşı dövüşen Memet’in yanında topa tutar İngiliz’i. Ulusal Kurtuluş Savaşımızda şoför Ahmet’in yanında cepheye mermi taşır. 1924’te Lenin’in başında nöbettedir. Kurşuna dizilen Beloyannis’in hayatına son veren faşist kurşunlar, O’nun göğsüne de saplanmıştır. Madrid kapılarında “No passaran” diyerek soğukta bekleyen nöbetçinin yanındadır. Hiroşimalı kız çocuğu için “kapıları birer birer” çalmakta, imza toplamaktadır. Sovyetler Birliği’nde Alman faşistlerinin astığı partizan kız Zoya’nın hikâyesini herkes Nazım’dan ötürü bilir. Türkiye birçok ülkede O’nun adının yanında tanınır. O yabancı ülkelerde Türkiye’nin onuru olmuştur. O bizim Mimar Sinan, Mevlana, Karacaoğlan gibi ulusal gururumuz, övüncümüzdür. O’nun 17 yılını hapislerde harcayan, insan gururunu ayaklar altına almak isteyen despotizm ise yüz karamız. Ama bugün O’nun, her türlü fikir ve düşünce özgürlüğünü yasaklayan Ceza Kanunu’ndaki 141 ve 142. maddelerinden dolayı birçok yeri noktalı ya da bir bölümü tamamen basılmayan sansürlü şiirlerine rağmen, milyonlar Nazım’a ve O’nun devrimci davasına sahip çıkmaktadırlar.

Deniz mi Olsam, Bulut mu ? 2
Mermer
2012

Grevdeki işçinin taşıdığı pankarttan, sevgiliye yazılan mektuba kadar Nazım girmiştir Türkiye işçi sınıfının, halkımızın içine. 1 Mayıs’ta sıra sıra geçen işçilerimizin taşıdıkları Nazım portrelerini anımsıyorum. Toplu halde söylenen Nazım’ın şiirlerinden yapılan şarkıların söylenişini duyuyorum. Sanki 500 bin işçi, emekçi, öğrenci, öğretmen Nazım’ın Türkiye işçi sınıfına gönderdiği selamı alıyor, meydanda Nazımların hasretini haykırıyordu. Sanat düzeyinde ise Nazım Hikmet bitmek tükenmez bir fikir, bir ilham kaynağı, bir örnek, bir öğreticidir. Genç yazarlar, şairler O’nun bıraktığı mirastan faydalanmak istiyorlar. Bunu yaparken çoğu kez biçimsel taklitçiliğe düşüyorlar, O’nun gibi yazmaya kalkışıyorlar. Ama çokları da O’nun sanatının oturduğu devrimci içerikten, meseleye yaklaşımından çıkıp; kendi sanatçı kişiliklerini de ortaya koyan başarılı eserler veriyorlar. Bu, ressamlar, heykeltıraşlar, müzisyenler için de geçerlidir. Biz düzenlediğimiz gösterilerle; Türkiye’de şiiriyle sanat alanında bir devrim başlatmış ve her kesimden halkın kabul ettiği, sevdiği ve dünyada Neruda, Brecht, Mayakovski ve Aragon’la bir sıraya konulan, kendi ülkesi hariç birçok ülkede edebiyat kitaplarında okutulan, şiir antolojilerinde yer alan, eserleri 40’tan fazla dile çevrilen şair, romancı ve tiyatro yazarı Nazım Hikmet’in Batı Berlin’de gecikmiş bir tanıtımını yapmak düşüncesindeyiz. Bu yayınla Nazım Hikmet’in Almanca’ya çevrilmiş eserlerini de ilk defa tanıtmış oluyoruz. Bu çalışmayla amaçladığımız önemli bir nokta daha var: Batı Berlin’de bugün artık “Türk işçileri” gerçeği vardır. Bunu, zaman zaman artan, azalan belli çevrelerce körüklenen bir yabancı düşmanlığı izlemektedir. Ekonomik kriz olur, işsizlik olur, bunların suçu, yükü belli çevrelerce yabancı işçilerin omuzlarına yıkılmaya çalışılır. Alman işçisi, bir kısım radyo ya da televizyon programlarıyla, gazete ve dergilerle bu yönde şartlandırılmaya çalışılır. Bunun sonucu o Alman işçi, yabancı işçi arkadaşlarıyla konuşmamaya başlar. Özellikle işsizlik krizinden sonra sokaklarda artan yazılar görüyoruz, U-Bahn’larda “Türkler defolun” sözlerini duyuyoruz. Buna paralel olarak, gerici ve milliyetçi Türk çevreleri de, Alman düşmanlığını körüklüyorlar. Çeşitli ülkelerden işçilerin bir arada yaşadığı Batı Berlin gibi bir şehirde bu koşullarda, bu tür bir çalışmanın önemi kendiliğinden ortaya çıkar. Yapıtlarında dil, din, milliyet farkı gözetmeksizin tüm insanlarını yansıtan, onlara hitap eden bir büyük yabancı sanatçıya ilişkin bu girişimin; yerli yabancı tüm Batı Berlinlilere bir araya gelme, konuşma, tartışma ve bir kısım önyargıları atma gibi sıcak ve dostane bir olanak sağlayacağı umudundayız.

“Türkülerimizden Korkuyorlar” adı altında sürecek olan Nazım Hikmet’in 75. Doğum yıldönümü anısına yaptığımız bu gösteriler dizisinde; görsel sanatçılar Nazım Hikmet’in yaşamı ve sanatından çıkarak, resimler, heykeller, grafikler hazırladılar, fotoğrafçılar fotoğraf çektiler. Ayrıca programda 3 büyük konser, Nazım Hikmet’in yaşamı ve sanatı üstüne enternasyonal katılımlı bir sempozyum, tiyatro gösterileri, şiir okuma gecesi ve bir şenlik yer alıyor. Nazım Hikmet, 75 yaşında genç, Batı Berlin’de aramızda. O’nu selamlıyoruz. Umarız Nazım’ın bütün dünyaya dağıttığı karanfillerden Batı Berlin’de de kapan olur. Türkiye Akademikerler ve Sanatçılar Derneği’nin Başkanı olarak Mehmet Aksoy, bu yazıyı 1977’de “Nazım Hikmet – Türkülerimizden Korkuyorlar” sergisinin kataloğunun özsözü için kaleme almıştır.

“Sevgili arkadaşlar, kıymetli misafirlerimiz her ülkeden, her dilden Nazım dostları, yoldaşları sizleri Türk Merkezi adına selamlıyorum. Nazım öleli 20 sene oldu. Şimdi o 81 yaşında genç, aramızda halkımızın savaşında, yaşamında. Şiirleri; barış, bağımsızlık, özgürlük yayan çiçek tozları gibi uçuşuyor dünyanın dört bir yanına. Zihinlerde birleşiyor, yeni çiçekleri döllüyor her dilde… Beş sene evvel 1977’de Batı Berlin’e oradan Federal Almanya’ya da ulaştı bu çiçekler. Nazım’ın dağıttığı karanfillerden kapan çok oldu. Şimdi on binlerce insan tanıyor Nazım’ı. Biz 1977’de Nazım Hikmet haftalarının düzenleyicisi Akademikerler ve Sanatçılar Derneği’nin bu başarısından kendimize övünç payı çıkarıyoruz… “Nazım ilerleyen aydınlığın içinde”, Asyalı, Afrikalı, Avrupalı, Dünyalı… Eserleri 40’tan fazla dile çevrilmiş, 40 dilde şarkı söylüyor Nazım. Bakın Fransız şair Jean Marcenac onun için “Artık o, Türkçe değil, Türkçeyle insanlık dilini konuşmaktadır.” Diyor ve ilave ediyor: “Eğer Leninist düşünceyi şiir düzeyinde aktarmayı başaran bir kişi varsa o da Nazım Hikmet’tir. Komünist oldum olalı; güzel sanatlardan beklediğim, istediğim şey, halka hizmet etmeleri ve halkı güzel günlere çağırmalarıdır. Halkın anısına, öfkesine, umuduna, sevincine, hasretine, tercüman olmalarıdır. Sanat telakkimde değişmeyen işte budur, beri yan boyuna değişti, değişiyor, değişecek.” Ve yine Marcenac, Nazım için “Bu şair adı coğrafyası, ırkı, milliyeti ne olursa olsun; milli bağımsızlık, sosyal adalet, barış için dövüşen her halkın bu uğurdaki savaşlarını şiirlerinde övmüştür. Onların zaferlerini, öz halkının zaferleri; yenilgilerini öz halkının yenilgileri; sevinçlerini, acılarını öz halkının sevinci acısı bilmiştir.” diyor. Lenin Barış Ödülü’nü birlikte aldıkları Şili’li büyük şair Pablo Neruda onun için: “Bütün bir dünya için yazan büyük bir şair. İnsanlığın çoğunluğuna ait olan büyük bir insan. Anayurdunda işkence gören, büyük bir yurtsever. Yüzyılının şiirinde eşi bulunamayan bir şair. Benim için o kahramanlığın ve şefkatin vücut buluşudur. Sesi yeryüzünün sesi olmuş, barış için açılan savaşın bu kilit anında şiirlerimin onun şiirlerinin yanında olmasıyla övünç duyuyorum.” diyor. Barış için açılan bu savaş bugün de daha uç bir noktada sürüyor. İnsanlık “olmak ya da olmamak” tehlikesiyle karşı karşıya. Atom, Netron, Persching ve Kuruys’ların karşısında yeni insan neslini sürdürecek insan çiçekleri duruyor.

Bu çiçekler, yeni çiçek tozları üretiyorlar. Savaş kışkırtıcılığına karşı barıştan emekten yana güçler çoğalıyor, büyüyor. Nazım dünyada ve ülkemizde bu savaşın, sınıf savaşının, halkımızın barış demokrasi ve özgürlük savaşının dışında ele alınamaz. Dün de bugün de o savaşın içindeydi. MESS patronlarına karşı DİSK’e bağlı MADENİŞ’in 8 ay süren grevlerinde o vardı. Polis her gün fabrika duvarına çekilen resmini indiriyordu, gene 8 ay süren grevlerde o vardı. Polis her gün fabrika duvarına çekilen resmini indiriyordu, gene çekiyordu işçiler. DİSK’in DGM direnişlerinde grev çadırlarında o vardı. 1 Mayıslarda sıra sıra bayrak gibi taşınıyordu Nazım’ın portreleri. Bomba değil, okul, kreş; silah değil, süt isteyen çocuğun hemen üstünden bakıyordu gülümseyerek. “Evlat acısına son” diye haykıran kadının hemen yanı başında duruyordu. Hep bir ağızdan onun şarkılaşan şiirleri söyleniyordu. Sanki 500 bin işçi, emekçi, öğretmen, öğrenci, genç Nazım’ın Türkiye işçi sınıfına gönderdiği selamı alıyor meydandan Nazımların hasretini haykırıyordu. Bugün Nazım’ın Türkiye’sinde barış, özgürlük, demokrasi, güçlerinin etrafı, gerici askersel diktatörlüğün kanlı süngüleri, darağaçları ile çevrilmiştir. Ama Nazım’ı susturamayan hapishanenin kalın duvarları, halkımızı hiç susturamayacak. Her gün ölüm haberleri gelmekte ve idam kararları alınmaktadır. Terörü önlemek bahanesiyle gelen askeri cunta, devlet eliyle terör uygulamakta, içte ve dışta gericiliğin Koçların Rezzanların politikasına kaldıraç olmaktadır. Anayasa kaldırılmıştır. Meclis dağıtılmış, partiler lâv edilmiş, demokratik haklar ayaklar altına alınmıştır. Cuntanın kendi verilerine göre 70 bin kişi hapislerdedir. 75 kişi işkenceyle öldürülmüştür. 3854 kişinin idamı isteniyor. 12 Eylül’den bu yana 680 kişi öldürüldü. Cunta yurdu tutsaklar kampına çevirdi. Terörizmle uzaktan yakından ilgisi olmayan TKP’lilerin demokratların 15 yıla kadar hapisleri isteniyor. Cunta yurdu tutsaklar kampına çevirdi. İşkence ve terör geniş ölçüler aldı. İşçi sınıfının sendikal örgütü DİSK kapatıldı. 52 DİSK yöneticisi idam istemiyle yargılanıyor. Askeri Cuntanın faşist savcısı, Takkeci DİSK davasını savaş hali hükümlerine göre yürütüyor. Avukatlar savunma yapamıyor, davayı izleyemiyorlar. Bu zorbalığa karşı yurt ve dünyadan sert protestolar yükselince Cunta pervasızca Abdullah Baştürk’ün avukatı İstanbul Barosu Başkanı Orhan Apaydın’ı, Barış Derneği Kurucu Üyesi olması gerekçesiyle diğer barış derneği üyeleri ve yöneticileriyle birlikte tutuklattırdılar.

Tutuklananlar; Barış Komitesi Başkanı ve Dünya Barış Konseyi Prezidyum Üyesi Mahmut Dikerdem, Türk Tabipler Birliği Başkanı Erdal Atabek, tutuklu bulunan eski İstanbul Belediye Başkanı Ahmet İsvan’ın öğretmen karısı Reha İsvan, Cumhuriyet yazarı Ali Sirmen, öğretim üyesi Metin Özok, Öğretim Üyesi Melih Tümer, eski CHP milletvekili Nedim Tarhan, tiyatro sanatçısı Ali Taygun, ressam Orhan Taylan ve şair Ataol Behramoğlu. Cezaevine götürülürken Orhan Apaydın yaptığı açıklamanın bir yerinde “Şimdi beni barışı savunuyorum gerekçesiyle tutukluyorlar. Barışı savunmak suçsa bunun hesabını onur duyarak vereceğim.” diyor. Halkımız da bunun hesabını onurla verecektir. Çünkü asıl mahkemeye çıkarılan süngü altında tutulan, halkımızın demokrasi ve barış isteği, halkımızın onurudur. Türkiye demokrasi ve barış güçlerine yapılan bu saldırılar ABD’ye bağımlılığın daha da artırılmasıyla paralel yürütülmektedir. NATO’nun en gerici çevreleri cuntanın tüm insanlık dışı saldırılarını baskılarını destekliyorlar. Sahte demokrat, sahte hümanist Haig, Türkiye’deki durumdan çok memnun olduklarını Türkiye’nin Polonya ile karşılaştırılamayacağını söylüyor. Haklıdır. Karşılaştırılamaz Nâzım’ın dediği gibi “birinde üniforma içinde asker, diğerinde üniforma içinde insan var.” Mr. Haig, siz Türkiye’deki durumdan tabii memnunsunuz. Hapishaneler dolu, işkenceciler fazla mesai yapıyor, savcılar bir biri ardına idam talep ediyor. Pahalılık, enflasyon ama kimsenin sesi çıkmıyor. Sessizlik… Sevinmeyin bu sessizliğe… Arı kovanı gibi şimdi Türkiye. Dışarıdan uzaktan pek sesi duyulmuyor. Kulağınızı bir dayayın kovana. Duyacaksınız yeni balı koyacak peteği örmekte arılar. Nazım’ı susturamadı hapishanenin kalın duvarları halkımızı hiç susturamayacak… Hoş geldin Nazım, hoş geldiniz Nazım’ın dostları… Mehmet Aksoy’un 1983’teki Nazım Hikmet Paneli’nin açılışında yaptığı konuşmadan alınmıştır.

Deniz mi Olsam, Bulut mu?
Malzeme
2012

Deniz mi Olsam, Bulut mu? 2
Malzeme
2012