BENİM KAHRAMANIM
HEZARFEN

Hezarfen, Mermer-Demir 1992

MERAKLA BAŞLAR HER ŞEY

Her şey bence “Anne bu ne?” sorusuyla başlıyor. Merak… Bilmenin, öğrenmenin, yaratının itici gücü; yaşa, zamana, mekâna ve kişiye göreceli. Peki, kişi niye merak eder? Merakı tetikleyen nedir? Benim merak ettiğim şeyleri, birçok insan hiç merak etmiyor. Onlarınkileri de ben hiç merak etmiyorum. Merak her kişide aynı değil. Kişinin yetenekleri doğrultusunda gelişiyor ve tutkuya dönüşebiliyor. Kromozomların spiraldeki farklı dizilişleriyle, benlikle, özle de ilişkilendirilebilir. Hatta her şey ana karnında belirlenmeye başlıyor denilebilir. “Ben insanım, gören, bilen… Daha doğmadan, annemin kollarında değilken, annemin içinde, karnındayken görmeye ve orada halkıma dair gerçekleri öğrenmeye başladım” diyor Oturan Boğa. Halkıyla varlığını özdeşleştirmiş, bunun için her şeyi göze almış ve yapmış, Sioux Kabilesi’nin mütevazı ama onurlu, özgürlüğüne düşkün, Kızılderili kahraman şefi Oturan Boğa. Evet, her şeyin nüveleri orada, ana karnında atılıyor. Sonradan aile, sosyal durum, psikoloji, toplumsal etik, davranış biçimleri ve değer yargıları da etkili oluyor. Kişi bir biçim almaya, kendini, özünü ortaya çıkarmaya başlıyor. Bu birçok biçimde olabiliyor; negatif uyum, pozitif uyum ya da negatif karşı duruş, pozitif karşı duruş yoluyla. Burada uyum ya da karşı duruş derken; insan özüne dayalı değerlere uyumdan, onların seçilmesi ve daha üst düzeye taşınmasından ya da buna karşı durulmasından söz ediyorum. Hayatlar riske edilerek insani değerler, toplumsal, bilimsel, kültürel değerler yüceltiliyor. “İnsan” olma yolunda küçük adımlar atabilmek için çalışıyorlar merakla, heyecanla, tutkuyla, inatla… Varlıklarını adayarak, varlıklarının sonuna kadar işlerini yapıyorlar. İşte bence tam da burada kahraman olunuyor. Kahramanlık, kahraman olmak için yapılmaz. Öyle olduğun için, öyle olması gerektiğine tüm benliğinde, özünle inandığın için yapılır. Senin için bu çok normaldir. Yaptığın iş senin varlık nedenindir. Her ülkede, her coğrafyada, farklı zaman ve mekânlarda bu nedenler farklı olabilir. Ama nerede, ne zaman olursa olsun bu insanlar aynıdır. Yaptıkları iş onların olmazsa olmazdır. İşte Galileo, işte Hallacı Mansur, işte Madam Curie, işte Florence Nightingale, işte Piri Reis, işte Evliya Çelebi ve işte benim kahramanım Hezarfen Ahmet Çelebi.

Galata Kulesi’nden
Atlayan Hezarfen Ahmet Anısına
Maket

İşte yine geldik başa.

– “Anne bu ne?”

– “Kuş.”

– “Kuş nasıl uçar?”

İşte bu kuş nasıl uçardan, uçma fikrine gelinir. Zaman bilimsel bulguların, gerçeklerin, şeytana karışmakla eş değer tutularak suçlandığı, lanetlendiği bir zaman… Padişah, IV. Murat’tır. 1600’lerin başı… Hezarfen çalışmalarına başlar. IV. Murat ilk başlarda bu çalışmaları destekler, müsaade eder. Hezarfen, uzun süren çalışmalar, deneyler sonucunda uçma aletini yapar ve kendisini Galata Kulesi’nden aşağıya, denize doğru bırakır. Boğaz’ı geçer ve 6 bin metreyi kat ederek Üsküdar’a, Doğancılar’a iner. Dünyada bir ilki başarır. Bu arada şeyhülislam ve mollalar, Padişah IV. Murat’a baskı yaparak, bunun insan işi olmadığını, Hezarfen’in şeytana karıştığını söyleyip onu öldürtmeye çalışırlar. Ama Murat onu öldürtmez, Fizan’a sürgün eder… Bu sürgünün sonrası belli değil. Büyük bir ihtimalle orada öldürülmüştür.

Galata Kulesi’nden
Atlayan Hezarfen Ahmet Anısına
Taş-Metal-Paslanmaz Çelik
2008-2011

Bugüne kadar Hezarfen’in onuru iade edilmemiştir.
Osmanlı kayıtlarından silinmiş, yalnızca Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde, gözden kaçan bu uçuşun gerçekleştirildiğine dair kısa bilgiler kalmıştır. Halen yobazlığın laneti üstündedir. Bir kısım entel bilim adamlarımız bile bulguların eksik olduğunu, Evliya Çelebi’nin de çoğu şeyi abarttığını hatta uydurduğunu söyleyerek, olayı olmamış gibi gösterme eğilimindedirler. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, İstanbul Kanatlarımın Altında filminin yönetmeni, Hezarfen’i hepten aşağılayarak, Leonardo Da Vinci’nin uçma aleti çizimlerini bir İtalyan esir kızın eşyalarının arasından bulması, tesadüfen ayna tutarak okuması ve bu çizimlerden çıkarak uçma aletini yapması fikrini getiriyor. Yani yönetmenimiz o dönemde bir Türk’ün böyle bir işi başarmasına ve o cesareti göstermesine inanamıyor hatta yakıştıramıyor. Öyle ya mucit ya da bilim adamı dedin mi ille de yabancı olmalı. Çalma, çırpma, öykünme kültürünün yapımcısı da böyle olur.

Ne demeli?

Şöyle düşünelim; günümüzde işlenen siyasi cinayetleri azmettirenlerinin devlet arşivlerinde yeri var mı? Her şeyi objektif gören, tarih düşen bir kâtip mi var? Resmi tarih tek yanlıdır. Bu bilinir. Her şeyden önce tarihçilerin, bilim adamlarımızın, böyle bir olayı bir Türk’ün yapabileceğine inanmaları gerekir. Bir zamanlar ve halen Homeros’un İlyada’sının da Homeros’un fantezilerinden oluştuğu, uydurma olduğu ve gerçekleri yansıtmadığı söylenirdi. Ama bugün Truva Savaşı’nın gerçek olduğu ispatlandı. Peki, Fransız Havacılık Müzesi’nde Hezarfen Ahmet Çelebi’ye ait bir bölüm olması ve onun Galata Kulesi’nden Üsküdar’a uçarak dünyada bir ilki başardığının söylenmesi onların da bu konuda bir araştırması olduğunu göstermez mi? Fetva veren, “Katli vaciptir, içine şeytan girdi.” diyen ve onu yok sayan din yobazlarının laneti ve bunun korkusu günümüze dek ulaştı. Bütün bunlara rağmen ben, yıllarca çalışıp, deneyip yanılarak Galata Kulesi’nin üstüne çıkıp oradan aşağıya bakan Hezarfen’in kalp çarpıntılarını duyuyor, korkusunu hissediyorum. Ölümden korkuyor, yok belki daha çok başaramamaktan… “Başarmalısın!” diyor kendi kendine “Başarmalısın, atla aşağı, Boğaz’ın maviliklerine doğru orası seni uçurur…” Ve atlıyor… Varlığıyla uçma fikri bir olmuş artık, korku yok. Yalnızca başarabilme merakı ve onun heyecanı var. Eğer bugün İstanbul’dan Kars’a iki, Berlin’e üç, New York’a on saatte uçabiliyorsak; kolumuz kanat olmuşsa, gözlerimiz oturduğumuz yerden bütün dünyayı görüyor, kulaklarımız seslerini işitiyorsa bu, Hezarfen gibi kahramanların sayesindedir.
Benim kahramanım O…

Mehmet Aksoy, bu yazıyı 2007’de NTV Yayınları’ndan çıkarılan “Sizin Kahramanınız Kim?” kitabi için kaleme almıştır.